Monday

from: sevgi alpşen
title: hello
form: text; e-mail letter

Bugün yine yoğun, sıkıntılı, kızgın, kırgın, kavgalı bir günü geride bıraktım. Yaşlanıyorum galiba ve ilk gençlik yıllarımı özlüyorum. Toplumsal hayata dair kafa yoran ama kendinden menkul, sorumsuz, neşeli, eğlenilen günleri. Tek sorumluluğun ve sıkıntının ders çalışmak, parasız olmak, aşk acısı çekmek olduğu günleri.

Geçmişten gelen ve senin için anlamı olmayan bir başlangıçla başlayan bu satırları neden sana yazıyorum bilmiyorum. Çok sevdiğim dostlarım,eşim, arkadaşım,kızım birçok insan var çevremde. Ama zannediyorum orta yaş başlangıcında ilk gençlik denilince o günleri birlikte yaşayan insanlar geliyor insanın aklına. Bir de ilk aşk ve o zamanlardaki kendisi insanın. Ayrıca neden sen diye akıp giderken sözcükler birer birer, belki de kıskanıyorum seni sanatla içiçe yaşadığın, hayatını farklılaştırdığın, istediğin sevdiğin bir işi yaptığın için, diye düşünüyorum. Ben tatsız, tuzsuz, sonuçsuz ve sevmediğim bir işi yapmaktan duyduğum mutsuzlukla… Sevmediği bir işi yaparken, böyle mutsuz olunca, heyecan duymayınca, kendinden bir şeyler katamayınca, her geçen gün dününü yitiriyor, anılarının yok olduğunu, yerine yenilerini koyamadığını görüyor.

Bu meslekte ve hemen hemen yaşamın tüm alanlarında, daha dün okul sıralarında bir gevreği ve bir bardak sıcak çayı bölüşen insanların birbirlerinin yüzüne bile bakmadığı günleri yaşayabileceğimi hiç düşlememiştim. Nedenlerini ve sonuçlarını kavrıyorum. Ama kabullenemiyorum. İnsanların birbirlerinden bu denli uzaklaştığı, kendilerine yabancılaştığı bir dünyanın insanı değilim. Ama ne çare ki yaşayacağımız zamanı seçme şansımız yok. Ancak inatla ayak direyenlerden, varolmaya , nefes almaya çalışan, aşk, sevgi, dostluk ve dayanışmayı, paylaşımı yaşayan bir avuç kelaynaktan biri olmaya devam edeceğim.

Aynalarını isterken sen, ben de aynalarımı arıyordum kendime yaptığım iç yolculuklarda. Sen hangi kaygı, umut, hangi beklenti ile yaparsan yap, cesaret ister bu, diye düşündüm. Parti binasının panosuna asılmış afişte karşılaştık yıllar sonra. Afiş beni çarptı. Etkilendim. Belki de yaşadığım iç yolculuklara denk geldiğinden bu denli etkilendim. Yazmalıyım, diye düşündüm. Sonra yazmama noktasında direndim. Eşime, arkadaşlarıma anlattım. Sonra yazmaya karar verdim. İnternet kullanma özürlü olduğumdan, ilk yazdıklarımı, ilk cesaretimi gönderemeden kaybettim. Sonra aman sende, dedim; yeniden aynı şeyleri yazamam, hem duygularım aynı değil bunları tasarlayamam ki… Tasarlanan, içten ve doğal olmaz; hem benim yazma isteğim tamamen kişisel ve beni ilgilendiriyordu. Aradan günler geçti. Yine bugün, bu satırları yazarken olduğu gibi aşka geldim ve bari bir kart göndereyim dedim. Gönderdim. Beni sanat etkinliği boyutu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Hatta belki yazmamı engelleyen de işte tam bu nokta. Ben o saf, duru, dürüst ve içten yaşanılan dostluk ve arkadaşlık, biraz da ilk aşkımın çağrıştırdıkları o günlerin ben’ine duyduğum özlemle yazdım, yazıyorum.

Belki bu geçmişe, özlenen değerlere ya da benim atfettiğim o değerlere birlikte yolculuk yapabilir miyiz, diye yazdım. Ancak o saf, duru, dürüst ve içten sıfatlarını, sana atfettiğim gibi bir sonuç çıkmasın. Bu günden baktığımda belki senden bağımsız, ama çok acı çektim senden dolayı. Ürkek, korkak, güvensiz olmayı seninle öğrendim. Acıdan dersler çıkarıp büyümeyi, kadın ve insan olmayı senin dolayımınla yaşadıklarımdan…

Kasım ayında İstanbul'a geldiğimde görmeyi çok istemiştim. Haluk bir cep numarası vermişti, ulaşamadım. Senin yazdığın cep geçici olarak hizmet dışı. Ben de sen büyük sanatçı olup çok para kazanıyorsundur, diye düşünmüştüm. Şaka şaka.. Ama "alçalan insanların yükselen değerleri"ne göre böyle değil mi? Ben de zengin avukat olamadım. Ancak bir dostumun dediğine göre bu meslekte ilk on yıl başkaları, ikinci on yıl kendin için çalışıp sonraki yıllarda senin için çalışanlar olurmuş. Umudunu yitirme demişti. Benim için çalışan istememekle birlikte, kendime çalışmayı istiyorumdur elbet. Ee zaten zengin bir koca da bulamamışken ne olur halimiz bilinmez.

Aslında yazmanın bir sonu olmalı değil mi? Ben eski dostluk hatırına, günün bu saatinde içimden yazmak gelmişken, davetsiz bir misafir gibi ziline basıp kaçmak istedim. Ancak acıktım, yoruldum, evde kızım karnesiyle beni bekler, bana da hoşçakal demek düşer. Yanıtlamak zorunda değilsin.

Hoşçakal. Sevgiler.